11 Şubat 2010 Perşembe

Lens-Bölüm 2

“Lens mi kullanıyorsun sen?”. Yerden sert gelen bu soru tam köşeye giderek beynimin ağlarını havalandırmıştı. Daha önce kalkan ofsayt bayrağı olsa ne iyi olurdu aslında. Bu soru beni çok ürkütmüştü. Bundan sonra gelişecek olaylar konusunda paranoyak bir tavır takınmaya başladım. Öyle bir haldeydim ki kendimi Emek sinemasında tek başına film izlemiş gibi hissediyordum. Aslında benim kafamda tasarladığım film şöyleydi. “Birden tatlı romantik bir yağmur yağmaya başlar. Gözlerini gözlerimden ayırmaz. Tatlı romantik yağmur saçlarımızın son telini ıslatana kadar gözlerimin retinasını incelemeye devam eder. Dayanamayıp gözlerimi oradan koşarak uzaklaştırmak isterim fakat ellerimi sıkı sıkı tutmaya başlar ve sarılırız. Yok sarılmayız. Ellerimi sıkı sıkı tutmaya başlar gözlerimiz birbirimizin gözlerini tenis maçı edasında kaçırmadan izler ve birden benim dudaklarım onun duda... “.“Kestiiiiiikk” dedi yönetmen.

Olayların böyle gelişmesi bende biraz hayal kırıklığı yaratmıştı. Ona bu hayal kırıklığımı hissettirmemeye çalışıyordum. Gözlerimi gözlerinden bir an kaçırdım. Kırk beş derece sağa baktım. Gözüme bankta oturan bir adam ilişti. O adam kahveci Ahmet abiydi. Evet evet oydu. Kahveci Ahmet abinin küçük bir kahvehanesi vardı. Onun kahvehanesine “kahveci ahmet abi” kullanıcı adı ve “herzamankinden Ahmet abi” şifresiyle giriş yapardım. “herzamankinden Ahmet abi” dediğim çay artı iki buçuk küp şekerdi. Ahmet abinin burda ne işi vardı? Kahvehanede olması gerektiğini düşündüm.Biraz dertli duruyordu. Ahmet abiyi böyle görünce derdim üstüne dert eklenmişti sanki. “Gökdelen gibi derdim oldu” derdim ama demiyorum. Ahmet abi sigarasından bir fırt çekti(fırttt). Çektiği dumanın yüzde yetmişini doğaya bıraktı. Nedendir bilmem ama Ahmet abiye koşup sarılasım geldi. Bu ani hareketime karşılık onun başka bir ani hareketi olacağını düşünüp vazgeçtim. Dünya ne kadar küçük diye düşündüm fakat bunun konumuzla hiç bir alakası yoktu. Bu bir klişeydi ama ne yeri ne de zamanıydı. Zaten küçük bir şehirde yaşıyorduk. Ahmet abiyi görmem çok da şaşırtıcı değildi. Aslında Ahmet abinin konumuzla da bir alakası yoktu. Hadi parka geldin hikayenin içinde ne işin var yahu? Neyse “O” ise hala karşımda duruyordu ve sorusuna cevap bekliyor gibiydi. Sorusuna cevap mı versem yoksa ellerini bırakıp Hüseyin Bolt gibi yardırsam mı diye bir an düşündüm. Sonunda karar verip güzide sorusunu “Hayır” diye cevapladım. Cevap verir vermez ellerimi yavaşça bıraktı. “Gollllll oldu”.Lens sorusundan sonra ikinci golü de yemiştim. Hiç değilse bir puan çıkarmak için bir iki dakika içinde bir gol atmam gerekiyordu. Hem bir gol atmak hem de dağılan ortalığı toparlamak adına bir Özdemir Asaf şiiri okuyayım dedim. Yalnız ufak bir sorun olduğunu hissettim. Bırakın Özdemir Asaf’a ait bir şiiri, şiir dahi bilmiyordum. Bu sorun için ufak sıfatı biraz ufak kaçmıştı. “Fıkra anlats...” diye düşünüyordum ki sanki biri tokmakla kafama vurdu ama tokmak sesi çıkmadı. Çıkan ses “kendine gel” di. Artık sadece gol atmak istiyordum. Buna ithafen ortasahamdan bir oyuncu çıkarıp yerine daha dinç siyahi bir forvet aldım. Gözlerine tekrar odaklandım. Uzun bir topla atağın yönünü sağa çevirdim. En etkileyici bakışım olan kısık kısık bakmaya başladım. Ceza sahasına girip elini tekrar tuttum. Tekrar bırakmaması için biraz sıkı tuttum ve baş parmaklarımı ellerinin dış cephesinde yavaş yavaş gezdirmeye başladım. O da gülümsemeye başladı. Gözlerinin içi de gülümsüyordu. Sırtlan yakalamış aslan gibi keyfi yerine gelmiş görünüyordu. Baş parmaklarımı ellerinin üzerinde gezdirmeyi bırakıp ellerimi parmak uçlarına kadar indirdim ve “Nemlendiricinin markası ne?” dedim. Alarm sesini ve onunla düet yapan annemin “hadi kalk artık okula geç kalacaksın” cümlesini duydum.

-Anne maç iki-bir bitti. Kaybettik.
+Ne maçı çocuğum.
-Boşver.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder