6 Mart 2010 Cumartesi

Anne psikolojisi

Deneme

Tarifsiz Denek

(Bu hikayedeki kişi ve kurumlar tamamen hayal ürünüdür).

Buse: Kitap kurduyum ve kitap okuyan insan benim gözümde hep bir adım öndedir. Peki sen kitap okur musun?

(Berkecan ileti yazıyor)(Berkecan iletiyi siliyor)(Bu böyle devam ediyor).

(Backspace kahroluyor).

(Berkecan çevrimdışı görünüyor).

Ben hayatımda hiç kitap okumamıştım. Önsözün varlığından bihaberdim. Utancımdan kıza cevap bile yazamadım. Enter tuşu ve backspace tuşu arasında gittim geldim, hoş araları uzun bir mesafe değildi. İnterneten düşmüş numarası yaptım. Umarım yemiştir. Bilgisayarı kapatmadan ceketimi alıp dışarı fırladım. İki sokak ilerde bir kitapçı vardı. Hemen oraya gittim. Kitapçıdan adımımı içeri attım. Biraz heyecanlıydım. Kitapçıda bir dünya kitap vardı. Aynı zamanda bir dünya klasikleri de vardı. Hangi kitabı alacağım konusunda bir fikrim yoktu. Elindeki elmayı ısırarak bijuteri bölümünü gezen erkek gibiydim. Biraz ilerledim. Gözüme bir kitap çarptı. Çarpmanın etkisiyle ufak bir travma yaşadım. Kitabın kapağında “Montaigne-Denemeler” yazıyordu. İlk okuma denemesi için denemeler uygun olur diye düşündüm. Bu kitabı okursam belki gerisi gelir dedim. Biraz deneme yanılma olacaktı ama olsun. Kitaba usulca yaklaştım. Kitabı bulunduğu raftan ellerimin arasına aldım. Sevdim, okşadım. Kulağına kısa hikayeler fısıldadım. Kapağını hafifçe açtım. İlk sayfa boştu. Hatta bomboştu. Boş sayfaya boş boş bakmaya başladım. Yaklaşık bir on dakika boş boş bakmışım, haberim yok. Bana doğru gelen kitapçının ayak seslerini işittim. Dibime kadar gelip yüzüme baktı ve “Burada bitir istiyorsan, hatta anahtarı vereyim dükkanı sen kapatırsın” dedi. Ne diyeceğimi bilemedim bir süre sustum. Sus payı verdim kendime. Ama bir cevap vermem gerekiyordu. “Abi kitap çok akıcı, dalmışım” dedim. Adam bu cevaptan sonra bir baktığım boş sayfaya bir de benim yüzüme asidi kaçmış kola içmiş gibi baktı. Homurdanarak masasına doğru yol aldı. O giderken işaret parmağımı, yarısını dışarı çıkardığım dilime, ekmek dilimine nutella sürer gibi sürdüm. Ya da yaladım her neyse işte. Boş sayfayı çevirdim. Gelen sayfanın başında “önsöz” yazıyordu. Birkaç satır boşluktan sonra “deneme bir ki” yazısını gördüm.Kitabı yerine koydum ve koşarak uzaklaştım.

28 Şubat 2010 Pazar

Kinder süpriz


Tıkırt tıkırt eşliğinde kapıyı açtım. Ayaklarımı dışardan ctrl+x ile kesip evin içerisine ctrl+v yardımı ile yapıştırdım. “Anne” diye seslendim ama yanıt alamadım. “Annee annee” diye iki çağrı bıraktım ama yine cevap gelmedi. Neyse görünce arar dedim. Salon klasörüne girdim. Kimse yoktu. Annem büyük ihtimalle komşuya gitmişti. Belki de komşudan bir onluk alacaktı. Bilemiyorum. Odam klasörüne girdim. Karşıda özensiz yatağım vardı. Yatağımın karşısında düzensiz bilgisayarım vardı. Düzensiz bilgisayarımın karşısında özensiz yatağım. Üzerimdeki ceketi çıkarıp yatağın üstüne attım fakat ayağım çizgide olduğu için ikilik sayıldı bu sayım. Gayri ihtiyarı bilgisayarın karşısındaki deri döşeme olmayan, bir milletvekilinin oturmayacağı cinsten sandalyeme oturdum. Bilgisayarımın “power” düğmesine bastım. Bilgisayarım bu hareketimi yanıtsız bırakmayıp açıldı. İstemeye istemeye feysbuku açtım. Bir kaç vidyo izleyip can sıkıntımı gidermek istiyordum. Kendi paylaştığını kendi beğenen insanlar gördüm ve hevesim kaçtı.”Kendini beğenmiş” dedim içimden. “Bari biraz müzik dinleyim” deme gereği duymadan odamdan çıktım. Mutfak klasörüne doğru yol aldım. Buzdolabının karşısına geçtim ve bir süre bakıştık. Soğuk soğuk baktı bana. Dolabın kapağını hafifçe araladım. Bana açık kapı bırakmış süsü verdim. Gözlerimi buzdolabının içinde bir süre sörf yaptırdım. Üzerimde hoş duracak bir şey göremedim ve kapağı kapattım. Üst kapağa umut vererek kapağı araladım. Gözlerim sevinç yumağına döndü. Neyse ki mart ayındaydık. Kedilerin bu yumakla oynayacak vakitleri yoktu. Sevinç yumağının sebebi buzlukta duran dondurma kabıydı. “Oh dondurma “ dedim içimden. Dondurma kabını alıp mutfak masasının üstüne bıraktım. Bir hışımla geri dönüp mutfak dolabının üstten ikinci çekmecesini kendime doğru çektim. Bir adet tatlı kaşığı alıp çekmeceyi yerine bıraktım. Aynı hışımla mutfak masasına geri döndüm. Dondurma kabına odaklandım. “Buradan açınız” yazısını aramaya başladım ama bulamadım. Öyle bir yazı zaten yoktu. Neyse dondurma kabının kapağını tutup açabileceğim bir nokta buldum. Sol elimin baş parmağı ve işaret parmağımın güçlerini birleştirip kapağı açtım. Sağ elimle kavradığım tatlı kaşığını tam kaba daldırıyordum ki “Ah anne ahh” diye sesli mesajımı bıraktım. Geçen gün kasaptan aldığım kıymanın geri kalanı,sevmiyorum lan seni.   

11 Şubat 2010 Perşembe

Lens-Bölüm 2

“Lens mi kullanıyorsun sen?”. Yerden sert gelen bu soru tam köşeye giderek beynimin ağlarını havalandırmıştı. Daha önce kalkan ofsayt bayrağı olsa ne iyi olurdu aslında. Bu soru beni çok ürkütmüştü. Bundan sonra gelişecek olaylar konusunda paranoyak bir tavır takınmaya başladım. Öyle bir haldeydim ki kendimi Emek sinemasında tek başına film izlemiş gibi hissediyordum. Aslında benim kafamda tasarladığım film şöyleydi. “Birden tatlı romantik bir yağmur yağmaya başlar. Gözlerini gözlerimden ayırmaz. Tatlı romantik yağmur saçlarımızın son telini ıslatana kadar gözlerimin retinasını incelemeye devam eder. Dayanamayıp gözlerimi oradan koşarak uzaklaştırmak isterim fakat ellerimi sıkı sıkı tutmaya başlar ve sarılırız. Yok sarılmayız. Ellerimi sıkı sıkı tutmaya başlar gözlerimiz birbirimizin gözlerini tenis maçı edasında kaçırmadan izler ve birden benim dudaklarım onun duda... “.“Kestiiiiiikk” dedi yönetmen.

Olayların böyle gelişmesi bende biraz hayal kırıklığı yaratmıştı. Ona bu hayal kırıklığımı hissettirmemeye çalışıyordum. Gözlerimi gözlerinden bir an kaçırdım. Kırk beş derece sağa baktım. Gözüme bankta oturan bir adam ilişti. O adam kahveci Ahmet abiydi. Evet evet oydu. Kahveci Ahmet abinin küçük bir kahvehanesi vardı. Onun kahvehanesine “kahveci ahmet abi” kullanıcı adı ve “herzamankinden Ahmet abi” şifresiyle giriş yapardım. “herzamankinden Ahmet abi” dediğim çay artı iki buçuk küp şekerdi. Ahmet abinin burda ne işi vardı? Kahvehanede olması gerektiğini düşündüm.Biraz dertli duruyordu. Ahmet abiyi böyle görünce derdim üstüne dert eklenmişti sanki. “Gökdelen gibi derdim oldu” derdim ama demiyorum. Ahmet abi sigarasından bir fırt çekti(fırttt). Çektiği dumanın yüzde yetmişini doğaya bıraktı. Nedendir bilmem ama Ahmet abiye koşup sarılasım geldi. Bu ani hareketime karşılık onun başka bir ani hareketi olacağını düşünüp vazgeçtim. Dünya ne kadar küçük diye düşündüm fakat bunun konumuzla hiç bir alakası yoktu. Bu bir klişeydi ama ne yeri ne de zamanıydı. Zaten küçük bir şehirde yaşıyorduk. Ahmet abiyi görmem çok da şaşırtıcı değildi. Aslında Ahmet abinin konumuzla da bir alakası yoktu. Hadi parka geldin hikayenin içinde ne işin var yahu? Neyse “O” ise hala karşımda duruyordu ve sorusuna cevap bekliyor gibiydi. Sorusuna cevap mı versem yoksa ellerini bırakıp Hüseyin Bolt gibi yardırsam mı diye bir an düşündüm. Sonunda karar verip güzide sorusunu “Hayır” diye cevapladım. Cevap verir vermez ellerimi yavaşça bıraktı. “Gollllll oldu”.Lens sorusundan sonra ikinci golü de yemiştim. Hiç değilse bir puan çıkarmak için bir iki dakika içinde bir gol atmam gerekiyordu. Hem bir gol atmak hem de dağılan ortalığı toparlamak adına bir Özdemir Asaf şiiri okuyayım dedim. Yalnız ufak bir sorun olduğunu hissettim. Bırakın Özdemir Asaf’a ait bir şiiri, şiir dahi bilmiyordum. Bu sorun için ufak sıfatı biraz ufak kaçmıştı. “Fıkra anlats...” diye düşünüyordum ki sanki biri tokmakla kafama vurdu ama tokmak sesi çıkmadı. Çıkan ses “kendine gel” di. Artık sadece gol atmak istiyordum. Buna ithafen ortasahamdan bir oyuncu çıkarıp yerine daha dinç siyahi bir forvet aldım. Gözlerine tekrar odaklandım. Uzun bir topla atağın yönünü sağa çevirdim. En etkileyici bakışım olan kısık kısık bakmaya başladım. Ceza sahasına girip elini tekrar tuttum. Tekrar bırakmaması için biraz sıkı tuttum ve baş parmaklarımı ellerinin dış cephesinde yavaş yavaş gezdirmeye başladım. O da gülümsemeye başladı. Gözlerinin içi de gülümsüyordu. Sırtlan yakalamış aslan gibi keyfi yerine gelmiş görünüyordu. Baş parmaklarımı ellerinin üzerinde gezdirmeyi bırakıp ellerimi parmak uçlarına kadar indirdim ve “Nemlendiricinin markası ne?” dedim. Alarm sesini ve onunla düet yapan annemin “hadi kalk artık okula geç kalacaksın” cümlesini duydum.

-Anne maç iki-bir bitti. Kaybettik.
+Ne maçı çocuğum.
-Boşver.

5 Şubat 2010 Cuma

Lens

O gün üzerime nedense heyecanımı almıştım belki de üşürüm diye bilemiyorum. Oysa bu onunla ilk akşam yemeğim değildi. Doğuştan galiba dedim ve kaldırım taşlarını saya saya devam ettim yoluma.

Mum ışığının bize eşlik ettiği güzel bir akşam yemeği yiyorduk. Zaten hiç konuşmadık. Kıtlıktan çıkmış gibi yedik. Sadece garsonla konuştuk. Sevimli biriydi garson, belki de değildi. Garsonun sevimliliği çok önemli değildi aslında. “ Twetty olsa ne yazar lan” dedim. Yemeğimiz bitti, mekandan dışarı adımımızı attık. Birbirimize dönüp aynı anda “Biraz yürüyelim mi” dedik (gülümsedi, gülümsedim). Ve yine aynı anda “Yürüyelim” dedik (gülümsedim, gülümsedi).

Parka girdiğimizde parkın sarı loş ışıkları yanıyordu. Yeşil loş ışıkların yanmasını bekledik ve bir süre sonra yürümeye devam ettik. Biraz daha yürüdük, biraz daha, biraz daha… Parkın kırmızı loş ışıkları yanar yanmaz durduk. Karşımdaydı. Birbirimizin yüzüne bakıyorduk. Birden tatlı romantik bir yağmur yağmaya başladı. Belki yağmurun ona bu adı verdiğimden haberi yoktu neyse eve gidince söylerim dedim. Gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. Tatlı romantik yağmur saçlarımızın son telini ıslatana kadar gözlerimin retinasını incelemeye devam etti. Dayanamayıp gözlerimi oradan koşarak uzaklaştıracaktım ki, birden ellerimi tuttu sıkı sıkı. “Noluyoz lan” dedim kendi kendime. Sonra “Nolacak lan” dedim. Gözleri hala gözlerimdeydi ve nihayet söze girdi ve “Lens mi kullanıyorsun sen?” dedi.

3 Şubat 2010 Çarşamba